BUGÜN 29 AĞUSTOS 2007’DE VEFAT EDEN MERT DAYIM AHMET BULUT’UN ARAMIZDAN AYRILIŞININ 14. YILINDA RAHMETLE VE ÖZLEMLE ANIYORUZ…
Adıyaman ve çevresinde yaşayanlar bilir, rahmetli yiğit dayımıı …
Elli yıllık yaşam mücadelesinde adının geçtiği her cümlede vefa vardır, iyilikler sinsilesi vardır, yardımseverlik vardır, dostluk vardır, devrimcilik vardır, mertlik vardır, haksızlıkla mücadele vardır, ADAMLIK vadır…
Bazı insanlar vardır ki, sözle anlatamazsınız, sığdıramazsınız mısralara, anlamsız kalır cümlelerer. İşte AHMET BULUT öyle biriydi. Dostuna dosttu, düşmanının bile dahası kimsenin arkasından konuşmadığı yiğitlik timsali bir Kahta sevdalısıydı…
Dedim ya hayatını haksızlıkla mücadeleye verdi, sürgünde geçti kısacık hayatı ve hala ruhu sürgünde!
Kasım Ağanın dediği gibi ” hewa merü ”
Vefakar dostu, şiirin üstadı Mahmut Cantekin’in kaleminden…
” Ev telefonumuzun ekranında Kâhta’dan arandığımızı gösteren bir numara vardı. İçim burkuldu. Telaşlandım. Korkmaya başladım.
Doğduğum topraklardan, sevdalısı olduğum Kâhta’dan aranıyorsam “kara haber” vardır.
İyi bir haber için aranmaya hasretim…
Hemen arayan numarayı aradım.
İlk sorum “kim öldü” oldu.
Karşı taraf, “halini, hatırını” sormak için aradık, dedi. İnanmadım. “Ölen var mı?” diye ısrarlı soruma karşılık verildi.
Sait dayımızın torunu Fatma’nın öldüğünü öğrendim.
Arkadaşım Ahmet Bulut’un aynı gün kalp krizinden öldüğünü söylediler.
İnanamadım. Söylediklerini tekrarlattım. Duyduklarımın doğru olduğunu öğrendim.
Koca yumruk büyüklüğünde bir hıçkırık boğazıma oturdu. Nefes alamaz oldum. Gözyaşlarım yanağımdan aşağıya doğru akmaya başladı…
Fatma ölmüştü…
Ahmet Bulut ölmüştü…
Garip yüreğime iki hançer birden saplanmıştı.
İçin için ağlamaya başladım…
Duyduklarıma inanmak istemiyordum…
Kâhta Gülaras firmasını aradım. Ahmet Bulut’un 11 gün önce öldüğünü söylediler.
Acının boğazıma düğümlemesinden fazla konuşamadım…
Gözyaşları içinde telefonu kapattım.
Mahallemin çocuğu, yiğit arkadaşım Ahmet Bulut vefat etmişti. Bu fani dünyadan göçüp gitmişti…
İki gün önce gördüğüm ve eşime anlattığım rüyayı anımsadım.
Kâhta’daydım. Başım beladaydı. Ahmet Bulut’u arıyordum. Bulamıyordum. Çaresiz kalmıştım… Ahmet Bulut’u sorduğum şapkalı, şalvarlı biri beni yanlış bir adrese yönlendirmişti…
Kâhta sokaklarında yalnızdım… Kimseyi tanımıyordum… Kâhta doğduğumuz, büyüdüğümüz Kâhta değildi…
Uyandım… Kan ter içinde kalmıştım… Sabaha kadar uyuyamadım…
Birkaç ay önce de Ahmet Bulut rüyamın konuğuydu…
Mayıs ayıydı. Bu rüyamı “RÜYA” başlığı ile yazdım.
08.05.2007 tarihinde Edebice, Berlaca, Kahtanet ve kendi sitem olan Sevgi Kardelendir isimli sitelerde yayınlanmıştı.
Rüyamda Ahmet Bulut vefat etmişti…
Ömrü uzayacak diye kendimi avutmuştum…
Çocukluğumuz, gençliğimiz ve son karşılaşmamız bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti…
Mazinin deryasında kulaç atmaya başladım…
Kâhta’ya gitmeye, Ahmet Bulut’un mezarındaki taze toprağa sarılmaya karar verdim. Saate baktım. Mersin’den Kâhta’ya giden otobüsün kalkış saati geçmişti.
Bu saatte Kâhta’ya gidecek otobüs bulmak imkânsızdı.
Tekrar Kâhta Gülaras firmasını aradım. Ağabeyi Sırrı Bulut’un telefon numarası aldım. Kendisi ile görüştüm…
Acılarını paylaştığımı, üzüntümü bildirdim. Başsağlığı diledim. Bu akşam kalkan otobüse yetişemediğimi, yarın Kâhta’ya geleceğimi söyledim. “Biz Ahmet’i ne kadar sevdiğini biliyoruz. Yol uzun, gelme… Seni gelmiş sayıyoruz.” Dedi.
Eşi ve çocuklarının Kâhta’da olduğunu söyledi.
Düşünmeye başladım. Ahmet Bulut ile mazide kalan anılara daldım.
İkimiz de Cami mahallesinde dünyaya gelmiştik. Ahmet benden küçüktü. Abisi Sırrı sınıf arkadaşımdı. Evlerine çok gitmiştim. Annesini, babasını, ağabeylerini, kardeşlerini iyi tanıyordum. Aynı sokaklarda çocukluğumuz geçmişti.
Gençliğimizde dost olmuştuk. Mertti. Delikanlıydı. Arkadaş canlısı, dürüst bir kişiliği vardı…
12 Eylül öncesi Kâhta’dan ayrıldım.
1 Mart 1979 yılında Afyon’da öğretmenliğe başladım.
1983 yılının Şubat ayında 1402 sayılı yasayla görevden alındım.
İstanbul’a gittim. Laleli semtinde Berlin otelinde tek kişilik bir odada kalmaya başladım.
Ahmet Bulut, İstanbul Laleli’de kaldığım otele yakın, daha lüks bir otelde kalıyordu. Buluştuk. Benim kendisi ile aynı otelde kalmamı istedi. Israrlarına rağmen kabul etmedim. Çünkü aynı otelde kaldığımızda cömert arkadaşım bana otel parası verdirmezdi. Ben de ona yük olmak istemiyordum.
Bir sabah oteldeki odama geldi. Ben yeni uyanmıştım. Yer gösterip oturmasını söyledim. “Elimi yüzümü yıkayıp geliyorum” dedim.
Döndüğümde çarşaflarımın sırılsıklam olduğunu gördüm. Ben bir şey sormadan “bu ıslaklık sidiktir, sidikli yatakta yatmazsın herhalde” dedi. Canım arkadaşım beni yattığı otele götürmek, masraflarımı karşılamak için döşeğime sürahideki suyu dökmüş, beni oteline götürmeye mecbur bırakmak istemişti. Kararımdan döndüremedi…
Aynı günlerde gittiğimiz lokantalarda yemek paralarını hep kendisi ödemek istiyordu. Ben itiraz ederdim. Uzun tartışmalardan sonra “bir öğün ben, bir öğün sen ödeyeceksin” önerisini kabul ettirdim. Birkaç işsiz Kâhtalı genç, her lokantaya gidişimizde aynı lokantaya gelir, bitişiğimizdeki masalara otururdu.
Ahmet bulut garsonu çağırır, o gençlere istedikleri yemekleri vermelerini, gençlerden para almamalarını söyler, hesabı kendisi öderdi.
Yine aynı günlerde Kâhtalı bir tanıdığımız, Kâhta’da görevli olan bir yüzbaşı ile birlikte İstanbul’a gelmişti. Getirilmişti…
Ahmet masraflarını karşılayacaktı. Hediyeler alacaktı. Bunlara karşılık Yüzbaşı Ahmet’in aleyhindeki dosyaları imha edecekti.
Ahmet’in, benim ve çoğu Kâhtalı arkadaşın, tanıdığın aleyhinde muhbir-ispiyoncu kişiliksizlerin yalanlarıyla dosyalar düzenlenmişti…
Ahmet, benim de yüzbaşı ile tanışmamı ve aleyhimdeki dosyaları imha ettireceğini söyledi.
Yüzbaşı, hakkında rüşvet yediğinden dolayı dava açılan ve açığa alınan yüzbaşıydı. Kirli ilişkilerinden dolayı halkın diline düşmüştü…
Ben yüzbaşının hamile bir Kâhtalı kadını gözaltına aldığını, nezarette doğum yapan kadının çocuğuna “ bu da yarın büyüyecek terörist olacak” diye tekme attığını duymuştum.
İdam edileceğimi bilsem yeni doğmuş bir bebeğe tekme atan kişi ile aynı masaya oturmayacağımı Ahmet’e söyledim.
Önerisini ret ettim…
Ahmet, yüzbaşı ve Kâhtalı aracıyı Maksim gazinosuna götürdü.
Bülent Ersoy sahne alıyordu. Birlikte resim çektirmişler. Gazinoya gitmeden önce bir yüzük, bir hırka da hediye almıştı.
Ahmet dönüşünde bana uğradı. Birlikte çektirdikleri resimleri gösterdi. Bülent Ersoy “ablanız size kurban olsun” demişti…
Ahmet gülerek gecede yaşananları bana anlattı.
Hayatında hiçbir örgüt üyesi olmayan Ahmet Bulut, o gece çektirdiği fotoğraflar ve kendisini çekemeyen kişilerin verdiği yalan ifadelerle Adıyaman cezaevine konmuştu.
Ben 45 gün Pirin Palas’ta gördüğüm işkenceden sonra Adıyaman cezaevine götürüldüm. Müşahedede yattığımı duyan Ahmet Bulut, benim adıma bütün koğuşa çay göndermişti. Ahmet’in de içerde olduğunu öğrenmiş oldum…
Ahmet Bulut ve diğer Kâhtalı arkadaşlar Ahmedi Mutike’ye şaka yapmışlar.
Daha önceki cezaevi yıllarımda tanıdığım bu kişiye benim Kâhta’dan Toros dağlarına kadar her yere “En büyük başkan, Ahmet Mirza İnan” yazdığım için tutuklandığımı söylemişler.
Ahmedi Mutike yattığım müşahede koğuşunun kapısına geldi. Mazgal deliğinden kendisi için tutuklandığımı söyledi.
Ahmet Bulut ve diğer arkadaşların şakasından habersiz olduğum için çektiğim işkencenin acısı ile Ahmedi Mutike’ye kızdım, kovdum…
Ahmet Bulut geldi. Şaka yaptıklarını söyledi. Bir daha gelirse onun için tutuklandığımı söylememi rica etti. Kabul ettim. Ahmedi Mutike tekrar gelince onun için tutuklandığımı söyledim. Sevinçten uçuyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Ahmet Bulut cezaevi idaresiyle görüşmüştü… Beni kendi koğuşuna aldırmıştı.
Canım arkadaşım müşahede koğuşuna geldi. Yatağımı omuzuna aldı. Ben de diğer eşyalarımı aldım. Kendi koğuşuna götürdü…
Aynı koğuşta yan yana yatmaya başladık. İkimiz de mahkemede beraat ettik. Ben afyon’a gittim. Ahmet Bulut İstanbul’a döndü.
Aradan uzun yıllar geçti.
Ben Mersin’e yerleştim.
Ahmet Bulut’un kardeşi Ömer Bulut’un Mersin Öğretmen evinde düğün töreni yapıldı. Düğünde karşılaştık. Hasret giderdik.
İki yıl önce Kâhta’ya geldiğimde Kâhta otogarında karşılaştık…
Sabahtı… Fırına domates, biber vermiş, ayran almıştı. Gülaras yazıhanesinde yıllardır hasretini çektiğim dostlarla sabah kahvaltısını birlikte yaptık.
Kâhta’dan ayrılırken resmini çektim. Helâlleştik. Telefon numarasını aldım. Bayramlarda ve birkaç kez de öyle görüştük.
Bugün aradan on bir gün geçtikten sonra Ahmet Bulut’un vefatını öğrendim.
Son yolculuğunda yanında olamadım. Tabutuna omuz veremedim. Toprağına sarılamadım.
Güzel arkadaşım. Yiğit, mert, cömert hemşerim. Seni seviyorum. Sevgiyle anıyorum. Acınla yanıyorum. Orada koğuşta yerimi ayır.
Senin yanına geleceğim…
Bu Dünya’da acı esen yeller, bizi dört bir yana savurup birbirimize hasret bırakmış olsa da, orada kimse bizi ayıramaz…
Allah’tan sana rahmet diliyorum.
Sevenlerine sabır diliyorum.
Senin dostluğunu, o içten sesini şimdiden özlüyorum…
Anneme, babama, ağabeyim Mehmet Cantekin’e, Mahmut Güllü’ye, Kemal Evci’ye, komşulara, hemşerilerimize, bütün güzel insanlara bu yaralı yüreğimden kucak dolusu selam söyle.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim…
Seni seviyorum Ahmet Bulut.
Gece bitmek üzere, saatler şafağa yaklaştı.
Bedenim Mersin’de, ben Kâhta mezarlığında seninleyim…
Yiğit arkadaşım seni hiçbir zaman unutmayacağım…
Mekânın cennet olsun…’‘